Pek soğuk bir salı sabahı ‘Hazırlıklar’ olarak ilk gerçek gezimizi tecrübe etmek üzere yola çıktık. Otobüsümüzün olduğu noktaya kadar Canan, Dilek ve İsmail hocalarımızın eşliğinde yürüdük. Otobüse binmemizle beraber saniyeler içinde ısındık ve tur rehberimiz Celal İbrahim Aydık ile hoparlör aracılığıyla tanıştık. Günün dolu, yoğun ama büyük ihtimalle eğlenceli geçeceği belliydi.
Yolculuğumuzun başlarında ‘Şişhane’ semtinden geçtik. Eskiden bu semtin “Le Petit Champs des Mort” (Küçük Mezarlık) olarak bilinen bir Katolik mezarlığı olduğunu sonradan bu ismin ‘Şişehane’ olduğunu ve zamanla da ‘Şişhane’ ye dönüştüğünü öğrendik. Daha sonra Haliç Tersanesi’nin Azepkapı’sı ve Sokollu Mehmet Paşa Cami ile hemen yanı başındaki Saliha Sultan Çeşmesi’ni görerek Unkapanı Köprüsü’nün üzerinden geçtik. Bu sırada bize çay, kahve, kek, bisküvi ve kraker servisi yapıldı. Yolumuzda ilerlerken Bozdoğan Kemeri’nin altından geçtik. Burada Bozdoğan Kemeri’ nin meşhur Yerebatan Sarnıcı’ na su getiren sistemin önemli bir parçası olduğunu öğrendik. Kısa süre sonra Edirnekapı’ ya giden yolda Fatih Camii’ ni her ne kadar içine girmemiş olsak da yakından görme fırsatı bulduk. Daha sonra ise İstanbul’ da artık ‘nesilleri tükenme’ seviyesine gelmiş çukur bostanlardan birine rasladık. Bir zamanlar İstanbul’da her köşe başında bulunan sarnıçlar arasında büyük ölçekli olanlardan Aetius Sarnıcı bugün Vefa (Karagümrük) Stadyumu olarak kullanılmakta.
Otobüsteki yolculuğumuz eski İstanbul Otogarı’ nın yakınlarında, surların hemen dışında bulunan ‘Panaroma 1453’ müzesinde geçici bir süre için durmuş oldu. Burada ilerlerken II. Mehmet’ in hayatı ve İstanbul’ un Fethi ile ilgili çeşitli bilgiler öğrenerek müzenin en ilginç bölümü olan Panoromik Sergi Sahası’na geldik. Fetih günü orada bulunan gerçekçi resim ve ses efektleri ile bize oradaymışız hissini verecek şekilde betimlenmişti.
Buradan çıkıp otobüs ile Edirnekapı’ ya gidip yaya olarak devam ettik gezimize. Durup ziyaret edeceğimiz veya hakkında bilgileneceğimiz duraklar arasında yürürken kartoplarını birbirimize atarak eğlendik. İtiraf etmeliyim ki her ne kadar eğlenceli olsa bile arada bir sinir bozucu olduğu oluyordu. İlk başta Kariye Müzesi’ ne gittik ve Bizans sanatının başyapıtları arasında gösterilen bu yapıyı dışardan görerek bilgilendirildik. Burada İstanbul’ u II. Mehmet’ ten önceki başarısız kuşatmalardan birisine Arap orduları ile gelen sahabe Said El-Hudri’ nin türbesini görebilme imkanımız oldu.
Kariye Müzesi’ nden sonra Hançerli Meryem Kilisesi’ ni ziyaret ettik. Normalde giremememize rağmen kilisenin müştemilatında kalan kibar bir amca kilisenin kapısını bize açtı. ‘Hançerli’ sıfatı Hristiyanlık’ ta kibar ve masum olarak betimlenen Meryem Ana için tuhaf bir sıfat. Kilisenin hikayesini öğrenince bu ismin kafamızda yarattığı tuhaflık yok oldu. Zamanında bir tüccarın yolculuk yapması gerekir. Bir Meryem Ana ikonasına evini kendisinin yokluğunda koruması için dua eder. Yolculuğundan dönünce evinin yanmış olduğunu görünce sinirlenir ve evini koruyamadığı için dua ettiği ikonaya öfkelenerek hançerle zarar verir. Meryemana ikonasında çizilen yerden kan fışkırdığını görünce pişman olur ve günahının affedileceğini umarak evinin yerine bu kiliseyi yaptırır.
Bir sonraki durağımızın ismi Tekfur Sarayı idi. Gerçi bir zamanlar görkemli bir saray olan bu yapıdan pek fazla bir şey kalmamış. Eskiden çok zengin olan Bizans İmparatorluğu’ nun ekonomik gücünü temsil eden bu muhteşem sarayın kalan son parçası restore edilmekte. Burayla alakalı öğrendiğimiz başka bir bilgi hemen yanında her pazar bir kuş pazarının kurulduğuydu.
Tekfur Sarayı’ nın yaklaşık 250 m ilerisinde Şişehane Mescidi bulunuyordu. İçeri giremediğimiz bu mescidin Sultan III. Mustafa’ nın kızları Hatice ve Beyhan Sultan tarafından anneleri Adileşah Kadın için yaptırıldığını öğrendik.
Mescidin yakınlarında eskiden Kastorya Sinagogu olarak adlandırılan başka bir yapı bulunuyordu. Buranın da bir hikayesi var. İstanbul ilk fethedildiğinde çok fakir, bakımsız bir kenttir. Fetihten hemen sonra üç gün boyunca sürmüş yağmalar ve Bizans İmparatorluğu’ nun fetihten önceki ekonomik durumu bunun başlıca nedenidir. Öyledir ki II. Mehmet uzun süre İstanbul’ a gelmez. İskan ettirilen aileler memleketlerine göçerler. II. Mehmet bu durumu bitirebilmek için dönemin zengin ve kültürlü insanları olan Ermeni ve Yahudi aileleri İstanbul’ a yerleştirmek ister. Balat ve çevresine yerleştirilen Musevi nüfus çoğunlukla Balkanlardan gelmiştir. Makedonya’nın Kasturya bölgesinden gelen ahali de yerleştirildikleri bu bölgede, geldikleri yerin ismi ile anılacak bu Sinagogu inşa ederler. Ne yazık ki sadece kapıları görülebilen bu tarihi eser yıkılarak günümüzde bir otopark olarak kullanılıyor.
Buradan sonra Molla-Aşkı Seyir Terası’ na gittik ve müthiş bir manzara ile karşılaştık. İstanbul’ un önemli bir kısmı ( Galata Kulesi dahil) buradan görülebiliyordu.
Eğrikapı’ ya yaklaştıkça sahabe türbelerinin sayılarının arttığını fark ettik.
Eğrikapı’nın sur içinde kalan kısmında Panaya Suda Kilisesi’ni gördük. Her ne kadar içine girememiş olsak bile görkemli kapısı ile neler kaçırdığımızı bize fısıldar gibiydi.
Otobüse gitmek için surların dışına çıktığımızda bir mezarlık ile karşılaştık. Osmanlı’ da adet imiş. Mezarlılar surların dışında bulunurmuş. Mezarlıklara olan ihtiyaçtan dolayı her kapı yakınında bir mezarlık bulunurmuş. Burada isimsiz mezar taşlarından konu açıldı. Küçük bir ihtimal de olsa onların Eyüp’te olduğu gibi cellatlara ait olabileceğini öğrendik.
Buradan sonra Eyüp semtinde bulunan Pierloti Tepesi’ ne gittik. Yüksek bir yer olduğundan müthiş bir manzarası vardı. Manzaraya doyduktan sonra öğle yemeğimizi yiyeceğimiz restoranta gittik. Öğle yemeğimiz köfte, pilav ve patates kızartmasından oluşuyordu. Yakınlarda istersek gidebileceğimiz bir kafenin olduğunu öğrenince bazılarımız oraya gitti. Saat 13.00’ da otobüse gittik ve oradan Ayvansaray semtine geçtik.
Burada ilk olarak Panagia Vlaherna kilisesine gittik. Sandalyelere oturup kilise ve kilisedeki ikonalar hakkında çeşitli bilgiler öğrendik. Mesela ‘Panaya’ kelimesi Meryem Ana, ‘Vlaherna’ ise Ayvansaray semtinin eski adı imiş. Biz bunları yaparken arka tarafta günlük ibadetini eden bir insan vardı. Onu izleyenlerimiz Hristiyan ritüellerinin bir kısmını gözlemleme fırsatı buldu. Küçük şişelere kutsal su doldurmuşlardı. İstersek birer şişe alabileceğimizi ve dileyenlerin kiliseye küçük bağışlar yapabileceği söylendi. İsteyenlerimiz bir Hristiyan ritüeli olan mum yakıp dikmeyi gerçekleştirdikten sonra bir sonraki durağımıza doğru yürümeye başladık.
Bir sonraki durağımızın ismi Cabir Camii (Atik Mustafa Paşa) idi. Camiinin içine doluşup oturduk. İlk başta İsmail hocamız bize Alman Lisesi’ndeki ilk din dersimizi verdi. Daha sonra rehberimiz Celal İbrahim Bey Camii’ nin geçmişi hakkında bize bilgi vermeye başladı. Fetihten once bir kilise olan bu mekan fetihten sonra II. Bayazıd döneminde Koca Mustafa Paşa tarafından camii haline getirilmiş. Ayrıca içerisinde bir sahabe olan Hz. Cabir’ e atfedilen türbe şeklinde makam bulunmakta.
Gezimizin sonlarına doğru Dünya’daki Ortodoksların merkezi olan İstanbul Fener-Rum Patrikhanesi’ ne gittik. Geniş bir avlusu ve avlusunda kocaman bir yılbaşı ağacı vardı. Patrikhanenin kilisesi olan Aya Yorgi’ ye girme iznini, erkek öğrencilerin kasketlerini çıkarmaları şartıyla, aldıktan sonra içeri girip dolaşabildiğimiz yerlerde gezinmeye başladık. İçeride hafif ama güzel bir paraffin (mum) kokusu hakimdi. Görünüş itibariyle eser bakımından en zengin kilise gibiydi. Daha sonra buranın zaten İstanbul’ un en zengin kiliselerinden olduğunu öğrendim. Burada aziz ve azizelerin rölikleri ( kalıntıları) ve solmuş ikonalar bulunuyordu. Fakat kilisenin en önemli eseri Hz. İsa’ nın çarmıha gerilmeden önce bağlanarak kırbaçlandığı rivayet edilen sütundu.
Bu yorucu ve bilgilendirici geziyi Maraşlı Rum Mektebi’ ni ziyaret ederk sonlandırdık. Buranın da bir hikayesi mevcut. Karadeniz’ in kuzeyinde, bugün Ukrayna’nın bir kenti olan Odessa’nın belediye başkanı Grigoris Maraslis’in maddi desteğiyle yaptırılır ve 1901 yılında açılır. Ancak Grigoris Maraslis yapılan binayı beğenmez ve maddi desteğini çeker. Okul buna rağmen yıllar boyunca eğitim verir ve daha sonra talep eksikliğinden kapanır. Mimari tarz olarak neoklasik Yunan tarzında inşa edilmiştir.
Dediğim gibi dolu, yorucu ve bilgilendirici olan gezimiz bu şekilde son buldu, okula dönüş yolunda yapılan cips ve kola servisi ile beraber.
Can Çıdam – HazB