1. Gün
Çanakkale yolculuğumuz 29 Nisan günü saat bir sularında otobüse adım atmamızla başlıyor. Otobüse biner binmez yolculuğun ne kadar eğlenceli ve dolu dolu geçeceği görmezden gelinilemeyecek nitelikte. Yerlerimizi alıp tur rehberimiz Celal Bey ve güler yüzlü Abdullah Ağabey ile merhabalaştıktan sonra kendimizi önümüzdeki 2 günlük maceraya hazırlarken buluyoruz. İstanbul’dan çıkmadan önce genel hatlarıyla Çanakkale’ye giderken kullanacağımız yolu tanımaya ve üzerinde karşımıza çıkacak olan yapılar hakkında da bilgiler edinmeye başlıyoruz. Bunlardan ilki “Yarımburgaz Mağarası” oluyor. Bu mağara Küçükçekmece Gölü’nün yaklaşık 1,5 kilometre kuzeyinde yer alıyor ve rehberimizin anlattığını göre, hem İstanbul’da hem de Türkiye’de ilk insan topluluklarının yaşadığı merkezler içerisinde bilinen en eski örneklerden biri olarak kabul görüyordu. Bunun dışında yörede “Burgaz” kelimesinin çokça geçtiği Lüleburgaz, Kemerburgaz gibi yerlerin adının aslında kale, kule gibi yükseltili mimari yapıları içinde barındıran merkezlere verildiğini bilgisini öğreniyoruz.
Bir sonraki durağımız Büyükçekmece ve Küçükçekmece Gölleri oluyor ve sıra onların hikâyesine geliyor: Tıpkı Fırat ya da Bilecik Nehri’nde olduğu gibi eskiden insanları bir yakadan diğer yakaya geçiren, taşımacılıkla uğraşan insanların varlığından bahsediliyor. Gölün daraldığı yerde bir uçtan diğer uca gerilen bir halatı çekerek insanları karşıdan karşıya geçiriyorlar ve bu “çekmece” olarak adlandırılıyormuş. Bu insan taşımacılığından hareketle biri Büyükçekmece diğeri de Küçükçekmece olmuş.
Otobüsün bitmek bilmeyen, bizim de yemeği kesmediğimiz ikramları eşliğinde önümüzdeki yolu tanımaya koyuluyoruz. Otobüsün takip ettiği yolun; Tekirdağ – İpsala – Kınalı (Silivri) – Malkara – Keşan ve son olarak da Gelibolu üzerinden iki gün kalacağımız otele varılması planlanmıştı. Otobüste alışılmamış olan bir sessizlik bürüdü etrafı. Hem okulun yorgunluğuyla hem de önümüzdeki uzun yolun yıpratıcılığıyla herkes ilk andaki çoksusunu kaybetmiş, coşku ise yerini sakinliğe bırakmıştı. Bu zamanlarda biz Marmara-Tekirdağ hattı boyunca boydan boya kanola bitkisiyle dolu tarlaların otobüsün camı ardından birbirine karışmasına tanıklık ediyoruz. Bir sonraki gün Truva’da da karşımıza çıkacak olan gelincikler de yer yer boy gösteriyor. Piri Reis’in ilk dünya haritasını çizmiş olduğu Gelibolu’dan eski zamanlarda “Lampsakos” olarak geçen, aynı zamanda eski antik bir kente ad vermiş Lapseki’ye doğru yola koyuluyoruz. Feribot yolculuğu boyunca çaylar içiliyor, fotoğraflar çekiliyor kısacası eğlence durmaksızın devam ediyor Yolculuğun getirdiği mayışmadan dolayı kendimizi ağır ve yorgun hissediyoruz, otele yerleşip akşam yemeğinin ardından kızışmaya başlayan bilardo oyunuyla gecemize son veriyoruz.
2. Gün
Sabah 7.30’da daha kuşlar bile ötmezken uyanıyoruz ve bizi bekleyen kocaman gün için kahvaltı sırasında enerjimizi topluyoruz. İlk durağımız Truva oluyor. Truva “Troya”; otelimizden 32 kilometre uzaklıkta yer alan, rehberimizin deyimiyle tabakalaşmanın muhteşem örneklerinden biri olan antik bir kent. Yol boyunca uzanan Çanakkale Boğazı’nı bir tarafımıza alıp rehberimizin söylediklerine kulak veriyoruz ve Tunç Dönemi’den (MÖ 4500) son kalıntılılara bakılınca Bizans’a kadar uzanan büyük bir tarihin içine dalıyoruz. Yol boyunca mitolojik kahramanlar ve onların hikâyeleriyle de yolculuğumuz renklenmeye devam ediyor. Sıra geliyor Orta Çağ sonrası Batı’nın aydınlanmasıyla birlikte hakkında sayısız kitap yazılan, film çevrilen Homeros’un ünlü İlyada ve Odysseia Destanı’na da konu olan Truva Savaşları’na. Neden bu kadar rağbet gördüğü ise otobüs seyahatimiz boyunca üstüne kafa yorulan ama rehberimizin bize “Batı dünyasında Yunan kültürü saplantısı olması” şeklinde yorumlamasıyla son bulan bu konu, yerini Doğu-Batı çatışmasına ve yakın zamanda bunun tarihimize nasıl yansıdığına bırakıyor. İşte bu anda adı geçen Agememnon, Truva Savaşları’na gelen Yunanlıların efsanevi kralı olarak hikâye bütününde kendine yer ediniyor. Gezi boyunca, rehberimizin yapmış olduğu bu saptamalarla tarihi daha geniş bir bakış açısından gözlemleme imkânı da ediniyoruz. Sıra geliyor Truva’ya:
İlk olarak karşımıza anıt taşı ve üzerinde kentte imar faaliyetlerine bulunan insanların adı yer alıyor. Doğu dünyasının en efsanevi yeri olarak bakılan bu yere Büyük İskender de yardım yapmaktan kaçınmıyor. Ardından Roma İmparatorları’nı görüyoruz. Romalıların kökenlerinin Truva’ya dayandığını düşündüklerinin üstüne parmak basılmasıyla onların gözündeki değeri anlamız kolaylaşıyor. Kentin önemini yitirmesi ve uzuuuun bir uyku süreci sonrası yerini kazılara bırakıyor. Bu kazı süreci içinde Truva, en kontrolsüz yağmalanan yerlerden birisi olarak kabul ediliyor. Ziyaretimiz boyunca en çok sözü geçen çift Henrick ve Sophia Schliemann oluyor. Salt bir hazine avcısı gibi hareket etmeyen bu çift yaptıkları kazılar da höyüklerin içerisinde büyük bir tahribata neden olsa da meraklı ve girişimci kişilikleriyle bu dönemde çok da gelişmemiş olan arkeolojik kazılarda bulgulara daha bilimsel yaklaşarak bunları ve katmanları sınıflandırıyor, kayıt altına aldıkları bilgisine ulaşıyoruz. Truva boyunca ilginç yönlendirme tabelalarıyla yüz yüze geliyoruz. Anadolu’da çokça bulunan bu höyük tabakaların farklı coğrafyalarda çok görülmemesinin nedeninin kullanılan yapı malzemeleri olduğu bilgisini öğrendikten sonra gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Truva’nın 2 ve 3. Dönemi’ne tekabül ettiği söylenen MÖ 2500’e dayanan Kale Duvarları ve yangınların hikâyesini dinliyoruz. Tüm yolculuk sırasında etekler elbiseler uçuşuyor, saçlar birbirine karışıyor; Truva’ya zenginliği getirdiği söylenilen rüzgâr bugün de peşimizi bırakmıyor.
Truva’nın hemen ardından Assos Antik Limanı’na doğru yola koyuluyoruz. Burada 2 saat serbest zamana sahip olduğumuz haberi gelince herkes zevkten dört köşe oluyor. Top top dondurmalar, balıklar yeniyor, sahil şeridi boyunca yürüyüşler yapılıyor. Kimi kayalıklara tırmanıyor (suçluyum, tırmanmadan duramadım kimi ise kıyıda oturup sohbet ediyor. Antik Liman’daki sürenin dolmasıyla Assos örenyerine gitmek amaçlanıyor. Tabii herkes yokuşu tırmanıp otobüse ulaşıncaya kadar soluk soluğa kalıyor. Otobüsle kat edilen beş dakikalık yol sonrası tekrar uzun, kıvrımlı bir yolla karşı karşıya kalıyoruz. Yol takıcılar, hediyelik eşya satıcıları ve -benim Assos hakkında en sevdiğim şey olan- karadut, mandalina, portakal suyu satıcılarıyla dolu. Yolun hemen ortasında yer alan soluklanmak için oturduğumuz kahvede ise muhteşem bir damla sakızlı kahve bizleri bekliyor. Tepeye varınca ise Celal Bey ayakta duran birkaç sütun ve bu sütun ve sütun kelepçesine bağlı olarak bize tarzı, tarzının özellikleri hakkında çeşitli bilgiler veriyor. Yapıyı inceleyip söylenenleri dinlerken böceklerin istilasına uğruyoruz. Doğadan uzakta yetişmemizden olsa gerek hangi böcek berimizde olursa olsun korkuyor, etrafa dağılıyoruz. Bu minik şoku da atlattıktan hemen sonra grup fotoğrafları çekmeye ve daha önce yol kenarında ilgimizi çekmiş olan standlara baka baka aşağıya doğru yol almaya başlıyoruz.
Günün son durağı olan Zeus Altarı ve Adatepe Köyü’nü görmek için Edremit yolundan ayrılıp Adatepe köy yoluna giriyoruz. Zeytin ağaçlarının yol boyunca bizi beklediği harika manzara, sırasını orman yolunda bir yürüyüşe bırakıyor. Yaklaşık 1 kilometre sonra karşımıza çıkan ve altar olarak kullanıp kullanmadığı belli olmayan Zeus Altarı’na çıkıp Paris’in çobanlık yaptığı İda (Kaz) Dağı, Ayvalık Adaları’nı, hemen arka tarafta da Ayvalık’ı görme fırsatı ediniyoruz. Adatepe Köyü’nde kimi köyün çocuklarıyla futbol maçı yapma telaşına giriyor, kimi ise gününü rahatça sonlandırabilmek için ağaç altında gözleme yiyip sohbete dalıyor.
Gün 3
Sabahleyin yine aynı saatlerde ayaklandığımız üçüncü ve son günümüze ise 1 Mayısın da getirmiş olduğu olağanüstü durum itibariyle aceleyle başlanılıyor. Çok zaman kaybetmemek adına rehberimiz otobüste gün içinde gezilecek görülecek yerler hakkında bilgi vermeye başlıyor. Otobüste gözlerimizi ilk açtığımızda ve uzaklara doğru bakılınca gördüğümüz ilk yapı Çimenlik Kalesi ve Truva Atı oluyor. İskeleye varınca geliş yolculuğunda olduğunun aksine rüzgârdan çarpıldığımız için bazısı otobüse sığınıyor bazısı ise dışarı çıksa bile zamanını feribotun iç kısımlarında geçirmeyi tercih ediyor. Eceabat’a varıyoruz ve buradan yolumuza devam ediyoruz. Kilitbahir Kalesi, Namazgâh Tabyası’nın hemen ardından sıra Seyit Onbaşı’nın da tabyası olan Rumeli Mecidiye Tabyası’na geliyor. Otobüsten indikten sonra Seyit Onbaşı’nın heykeliyle grup fotoğrafı çektirip onu yâd ediyoruz. Bulunduğumuz noktada Çanakkale Boğazı’yla yüz yüze olduğumuz gerekçesiyle hem de boğaz hakkında bilgiler veriliyor: Boğazın en dar olduğu bu noktada akımın ne denli güçlü olduğuna vurgu yapılıyor. Adeta bir nehri andıran bu yerde tabyaların sıklıkla bulunmasının nedeninin de bu olduğu söyleniyor. Osmanlı’yı savaş dışı etmek için yapılan oyunlardan ve gelişmelerden söz edildikten sonra Gelibolu Çanakkale Şehitlik Abidesi’ne doğru yola koyuluyoruz. Özellikle 1 Mayıs olmasından kaynaklanan olağanüstülükten dolayı çoğu yeri panoramik olarak görüp geçiyoruz. Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili sahip olduğumuz genel bilginin üstüne bir şeyler katmak için çabalayan rehberimiz de yol boyunca konuya ilişkin bilgiler vermeye devam ediyor. Şehitlik Abidesi’ni gördükten sonra uzun ve karmakarışık bir yoldan tekrar otobüsümüze biniyoruz. Son olarak Seddülbahir üzerinden en uç noktaya gidiyoruz. Çok sayıda yabancı mezarlığı ve şehitliği, hemen yakınında da Türk siperlerini görerek Anzak Koyu’nun yakınlarından Conkbayırı’na çıkıyoruz. Ulu önder Atatürk’ün yanıbaşında çekilen bir fotoğraf sonrası etraftaki çok sayıda satıcıdan Peynir helvası olsun gözleme olsun yiyecek içecek alıp dönüş yoluna koyuluyoruz. Dönüş yolu boyunca filmler izleniyor, elden ele yiyecekler dolaşıyor, uyunup uyanılıyor ama özünde çok güzel bir zaman geçiriliyor. Tekirdağ köftesi sonrası tüm otobüsün üzerine tatlı bir rüya tadında uyku çöküyor ve saat 19.00 sularında Cuma günü başladığımız bize mutluluk veren bu gezinin de sonuna gelmiş oluyoruz.
Selin Y. Eroğl